İktisat okuyanlar bir tarafa ekonomi hakkında birkaç cümle bile dinlemiş olanlar
Liberalizmin ne anlama geldiğini bilirler. Ama biz yine de kısa bir bilgi verelim.
Ekonomik Liberalizm, Aydınlanma döneminde, özellikle Adam Smith tarafından
geliştirilen ve hepimizin “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler “mottosu ile açıklanan,
hükümetin ekonomiye minimum müdahalesini savunan bir ekonomik model olup,
günümüzde ise sosyalizm ve planlı ekonomiler gibi kapitalist olmayan ekonomik
düzenlerin de karşıt bir görüşü savunur.  
Serbest ticaret, ekonominin kuralsızlaştırılması, daha düşük vergiler, özelleştirme,
işgücü piyasasının esnekliği ve sendikalara muhalefet tavrı sergiler ve  serbest
ticareti ve açık rekabeti engellediği için piyasaya yapılan hükümet
müdahalesine ve korumacılığa karşı çıkma eğilimindedir, Ancak sadece  mülkiyet
haklarını korumak ve piyasa başarısızlıklarını çözmek için yapılan hükümet
müdahalesini destekler. Bu hali ile çok uyanık bir ekonomik modeldir.
1980’lerden sonra gelişmeye ve uygulanmaya başlayan Neoliberalizm ise liberalizmin
gemi azıya almış modelidir.  Neoliberal düşünce, devletin piyasaya olan müdahalesini
minumum düzeye indirmeye hedeflerken, kuralsızlık teorisi ile de özel sermayeye her
türlü imkanın sağlanmasını hedeflemektedir. Bu model uyanık olmaktan da öte
mülkiyet ve piyasanın iş bilmezliği nedeni ile başarısız olması durumunda salya
sümük devlet ağabeyinin paçasına yapışma hakkını da kendisinde görür. Devlet
ağabeyinden yardım göremezse kapris yapmayı da sever.
Bu model çokça duyduğumuz “ekonomik büyüme” diye tabir edilen verilerin toplumun
her kesimini mutlu edeceğini zanneder.
Ancak geçen 40 yıl içerisinde görülmüştür ki nasıl ki komünizm modellemesinde
“proleterya diktatörlüğü” aşaması aşılıp kağıt üstünde yazan “emeğin iktidarı” ve
dolayısı ile komünizme ulaşılamadıysa – ki ulaşması neredeyse mümkün değildi.-
neoliberallerin de “ekonomik büyüme “ diye tabir ettikleri getirinin toplumun her
kesimine ulaşması mümkün olamamıştır. Ulaşamayacağı kağıt üstünde bile kesindi.
Hatta ulaşmak bir yana neoliberaller, toplumun orta ve dar gelirli kesimin bu
büyümeden aldıkları payın küçülmesini ellerini ovuşturarak izlemişlerdir.
Bu modele getirilebilecek en iyi eleştiriyi tek cümleyle “ dünya fakirleri
doyuramadığımız için değil; zenginleri doyuramadığımız için kötü bir yerdir.” Şeklinde
ifade edebiliriz.
Bu modele alternatif olan ve modelin içinde kalan John Maynard Keynes’in geliştirdiği
ve özellikle  1929 Büyük Bunalımı'nın ardından  uygulanan "müdahaleci devlet"

anlayışı da vardır. Bu model . bütün dünyada 1970'li yılların sonlarına değin
uygulanmıştır..
Karma ekonomi olarak da adlandırılabilen bu ekonomi modeli çeşitli şekillerde
piyasa ekonomilerinin unsurlarını planlı ekonomilerin unsurlarıyla devlet
müdahaleciliğiyle serbest piyasaları veya özel teşebbüsün kamu girişimiyle
harmanlayan bir ekonomik sistem olarak tanımlanır. Bu nedenle, karma ekonominin
tek bir tanımı yoktur. . 
Bunun yanı sıra karma ekonomide bireyin ve toplumun çıkarları eşit derecede
önemlidir. Yani karma ekonomiler özel sektörün kâr arayışını engellemez.
 Karma ekonomide piyasa başarısızlıkları durumunda devlet ekonomiye müdahale
edebilir ve özel sektörün gerçekleştiremediği büyük yatırım projelerini üstlenebilir.
Karma ekonomilerde planlama uygulandığında plan, kamu sektörü için emredici özel
sektör için yol gösterici bir nitelik taşır. Karma ekonomi düzeninde hangi malların ne
miktarda üretileceği, yani kaynak dağılımı sorununun çözümünde tüketici tercihleri
esas alınmakta ancak devlet, toplum tercihlerine uygun üretimi sağlamak amacıyla
piyasa mekanizmasını düzeltici önlemler geliştirmektedir. Böylece, karma ekonomide
tekelleşmeyi önlemek, herkese çalışma olanağı sağlamak, gelir dağılımındaki
dengesizliği azaltmak ve işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek gibi temel hedeflere
yönelik önlemler alınabilmektedir.
Konuyu biraz değiştirelim.
Dünya, Covid salgını ve Ukrayna Rusya krizinden sonra gördü ki Neoliberalizm
yüzünden Çin hapşırırsa Fransa burnunu silecek kadar birbirine bağlanmış durumda.
Rusya gazı kesiyor; başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa krize giriyor.
Ukrayna’dan buğday çıkmayınca diğer ülkeler kıtlık tehlikesi altına girdiğini
hissediyor. ABD Doları toplayınca emtia fiyatları fırlıyor. Çin ihracatı durdurunca
enflasyon yukarı çıkıyor. Tedbir almaya çalışan ülkeler faiz artırınca resesyon yani
durgunluk tehlikesi çanları çalmaya başlıyor. Durgunluk zengini tedirgin edince, orta
ve dar gelirli kesim, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama konusunda zorluk yaşamaya
başlıyor.
Şimdi ise tüm dünya yaşanan bu sıkıntıları aşmak için başka ekonomik modelleri
tartışmaya başlıyor. Hangi modeli mi?
Elbette Atatürk’ün daha kimsenin uygulamadığı, hatta uygulamayı 1929 yılında
yaşanan buhrandan sonra aklına getirdiği ekonomik modeli. Devletçilik ( onlar bunu
demese de devletçilik işte. )
Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu
yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç
alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı
gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine
özendirir.

Hatırlayalım, lisede bize bu konu ile neler öğretildi. Hızla sanayileşme cumhuriyetin
ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye
yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu,
çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri
başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu
işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Nitekim son araştırmalar,
Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç
ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1929 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi
üretim endeksi,tüm dünyada yaşanan buhrana rağmen 1939'da 196'ya erişmiştir.
Dünya ortalaması ise 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve
Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'den Atatürk’ün öldüğü 1938 yılına
kadar , hızlı nüfus artışına rağmen, milli gelirimiz 1,5 kattan fazla artmıştır ve dünya
ortalamalarının çok üstüne çıkmıştır.
Atatürkçü devletçilik anlayışı, kalkınma sürecinde olan Türkiye’nin ekonomi
siyasetinde devleti, yapıcı ve yönetici olduğu kadar düzenleyici bir unsur kabul
etmektedir. Bu anlayışta devletin müdahalesinden çok, ekonomiyi birey ve devlet el
ele geliştirmek, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi
bayındır hale getirmek için milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde,
özellikle ekonomik alanda devleti ilgili kılmak söz konusudur. Kalkınma süreci içinde
durum ve şartlara göre, bireysel girişimin yanı sıra kamu yararının söz konusu olduğu
alanlarda devlete de görev yükleyen Atatürkçü devletçilik ilkesi, ekonomik alanda
"karma ekonomi" kavramıyla ifade edilebilir.
Ülkemize gelirsek; Erdoğanist ekonomi modeli; parası olana, orta ve dar gelirli
kesimden para aktaran, yetmezmiş gibi aktardığı paradan kendi yandaşlarını da
nemalandıran, devletin en yüksek mevkilerini saran, kendi içerinde bile “ ona gitme o
senden daha çok ister” beyanları rüşvette bile rekabet ortamı yarattığı iddia edilen ve
işlerin bu şekilde döndürüldüğü iddialarını ayyuka çıkaran, Merkez bankasında
olmadığı için Botaş’a serbest piyasadan döviz toplatmaya çalışan,vs. “nereden
tutarsanız elinizde kalır “ şeklinde bir model.
Ama artık fabrika ayarlarına dönmemiz gerekiyor.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında verdiği sonuç ortada iken, tüm dünya bu modele dönüş
için hazırlık yapıyorken hala Erdoğanist ekonomi modelinde ısrar niye?
Aynı gemideyiz, anladık aynı gemideyiz de… Gemiyi göz göre göre buz dağının
üzerine sürmenin gereği yok.