Sevgili Okurlar

Zaman zaman gündeme gelen ve AİHM’nin HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve iş adamı Osman Kavala hakkında verdiği hak ihlali kararlarının Türk Mahkemelerinin bağımsızlığı ve yetkisine müdahale anlamına geldiği şeklindeki iktidar kanadındaki açıklamaları siz de izliyorsunuz.

Lafı uzatmaya gerek yok. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim.

Bu açıklamalar külliyen saptırma ve ülkemizin kurucusu ve hazırlayıcısı olduğu AİHM ile ilgili uluslararası sözleşmenin fiilen iptali anlamındadır.

Neyse şimdi başa dönelim.

Öncelikle AİHM’nin neden kurulduğunun gerekçesine bakalım.

Kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyinin kuruluş aşamasında gündeme gelen ve gelecekte ülkelerin totaliterizm ve diktatörlüğe dönüşmesi ihtimali olduğunu düşünenler, ileride böyle bir risk ile karşı karşıya kalınabileceğini öngörerek böyle bir şeyin oluşmasına engel olabilecek bilincin ve vicdanın oluşturulması için özel bir mahkeme kurulması fikrinde birleşmişler ve AİHM bu temel düşüncenin prensipleri dahilinde oluşmuştur.

Bu ifadede yer alan totaliterizm ve diktatörlük tabirlerine ayrıca dikkatinizi çekmek isterim.

Ülkemiz de buna ilişkin olarak oluşturulan uluslararası sözleşmeyi ilk imzalayan ülkelerdendir.

Devam edelim. Halen geçerli Anayasamızın 90. Maddesine göre;

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.

Bu demektir ki eğer uluslararası bir anlaşmayı TBMM denetiminden geçirerek onaylamış ve imzalamış iseniz o anlaşma sizi kanun gibi bağlar, Bu anlaşmadan çıkmak yine TBMM’nin vereceği karar ile olur.

Burada da biraz geçmişe dönerek belirtmek gerekirse Sayın Cumhurbaşkanının Kadının korunmasına yönelik olarak İmzaladığı İstanbul sözleşmesinden tek başına karar alarak çıkmasının mümkün olmadığına dikkatinizi çekmek isterim .

AİHM ne iş yapar diye sorarsanız:
Bu mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleriyle güvence altına alınmış olan temel hakların çiğnenmesi durumunda bireylerin, toplulukların, tüzel kişilerin ve diğer devletlerin, belirli usul ve kurallar dahilinde başvurabileceği bir yargı merciidir ve
özel ve tüzel kişiler iç hukuk yoluyla hesap vermeyi reddeden ve/veya adaleti sağlayamadığını düşündükleri devletlerini hesap vermeye zorlamasının teminatıdır.

Yani bu mahkeme iddia edildiğinin aksine Türk yargısı olmak üzere diğer bağımsız ülkelerin yargı yetkisine karışmamakta sadece sözleşme ve eklerinde yer alan Yaşam hakkı (madde 2) İşkence yasağı (madde 3)Kölelik ve zorla çalıştırma yasağı (madde 4) Özgürlük ve güvenlik hakkı (madde 5)Adil yargılanma hakkı (madde 6)masumiyet karinesi (m. 6/2) savunma hakkı (m. 6/3)Kanunsuz ceza olmaz ilkesi (madde 7)Özel ve aile hayatına saygı hakkı (madde 8)Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü (madde 9) İfade özgürlüğü (madde 10)Toplantı ve dernek kurma özgürlüğü (madde 11)Evlenme hakkı (madde 12)Etkili başvuru hakkı (madde 13)Ayrımcılık yasağı (madde 14) gibi hak ihlallerinin varlığı halinde ve bu konuda kendisine başvurulması durumunda devreye girmektedir.

Özellikle Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala açısından düşünürsek, AİHM verdiği karar ile bu şahısların suçsuz olduğunu ve beraat etmesi gerektiğini kesinlikle söylememekte, sadece adil yargılanma ve özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiğini belirtmektedir.

Yani Türk Mahkemelerinin bu kişileri yargılamaya hakkına ve unsurları oluşmuş ise ceza verebilme hakkına dair hiçbir karar oluşturmamıştır ki oluşturamaz da.

Bu açıdan bakıldığında İktidar cephesi tarafından, AİHM’nin tarafından Türk Mahkemelerinin yetkisine müdahale edildiği konusundaki görüşleri tamamen kamuoyunu aldatmaya yönelik olup –seversiniz, sevmezsiniz- iktidar, muhaliflerini yargılamadan, tutukluluk hükümlerini uygulayarak bir cezalandırma yolu olarak kullanmaya çalışılmaktadır.

Biraz daha geçmişe gidersek AİHM’nin kararlarını tanımayan Sayın Cumhurbaşkanımızın geçmişte 3 kez AİHM’e müracaatta bulunduğunu da hatırlayacaksınız.

21 Nisan 1998 tarihinde, halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek suçunu işlediği gerekçesiyle verilen hapis cezası nedeni ile Sayın Cumhurbaşkanımız 1999 yılında AİHM’e başvurarak adil yargılama talep etmişti.

2002 yılında Sayın Cumhurbaşkanımız sabıka kaydının silinmesini kabul etmeyen Yargıtay kararı aleyhinde AİHM’ye başvurmuştu. Gerekçe olarak da “Özgürlüklere kişiye özel sınırlama getirildiği ve “hukuk dışı yollarla halkın iradesinin önüne geçilmesi”nin söz konusu olduğu savunmuştu.

Son olarak Sayın Cumhurbaşkanımız, Yüksek Seçim Kurulu’nun milletvekili olamayacağı yönündeki kararını da Eylül 2002’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmüştü.

Hal böyle olunca Sayın Cumhurbaşkanımızın bu başvuruları ile zamanında Türk Yargısının yetkisine karşı AİHM’ye başvururken bu gün tam tersine bir davranışta bulunmasını nasıl isimlendireceğiz?

.

Hukuk kişiye ve zamana göre eğilip bükülecek bir konu değildir ve asla olmamalıdır.

Böyle yaparak hukuk devleti olduğumuzu da kimse savunamaz. Bunu söyleyenler ya konudan habersiz cahillerdendir ya da menfaat temin peşinde koşan yalancılardır.

Oysa ki hukuk devleti olabilmek için başta AİHM olmak üzere tüm mahkemelerde yargılanan kişileri Sarı Çizmeli Mehmet Ağa gibi görmemiz gerekiyor.

Bir de şunu görmek gerekiyor.

Elbetteki Avrupa Konseyi, AİHM tarafından verilen kararların uygulanıp uygulanmadığını sıkı bir denetimde tutuyor. Bu bakımdan Türkiye AİHM tarafından verilen kararlar nedeni ile gözetim altında, denetlenmeye ve yaptırımlara tabi.

Bu denetlenmenin sonucunda tabi ki uluslararası sözleşmeler dahilinde ve bu yaptırımların en ağırı, yükümlülüklerini yerine getirmemekte direnen üye devletlerin, Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması ya da üyelikten çıkarılmasıdır.

Ancak bu yaptırıma bugüne kadar hiç başvurulmamış olmakla birlikte bu kafa ve gidiş ile böyle bir yaptırım ile karşı karşıya kalmamız mümkün olabilir. Avrupa Konseyi, sözleşmenin bu hükümlerini ciddi surette ihlal eden her üyesini temsil hakkından bir süre için mahrum edilebilir ve Konsey’den çekilmeye davet edilebilir. Bu davet dikkate alınmadığı takdirde tayin edilecek bir tarihten itibaren söz konusu üyenin artık Konsey üyesi olmadığını kararlaştırabilir.

Sanırım iktidarımız sözleşmenin bu maddelerini okumuştur ve AİHM kararlarına uymamakla karşılaşabileceği yaptırımların farkındadır.

Yoksa Avrupa’da eşi görülmemiş bir rezalete imza atmak işten değil.